21 Eylül 2023 Perşembe
Türkiye o derin tehdidi sonunda çok net biçimde anlamış olmalı!..
Hele de bir zamanlar “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı” olduğunu söyleyen AKP lideri Erdoğan’ın çok daha net biçimde zihnine kazınmış olmalı o tehdit!..
Karanlık, sinsi bir emperyal tuzak Afrika’dan Orta Doğu’ya kadar çadır devletlerinin kukla liderlerini oynatmak, bazen onlar üzerinden yeraltı kaynaklarına egemen olmak ve bazen de din, mezhep, etnik tartışmalarla karıştırılan bölgelerde jeopolitik çıkarlar için ileri karakollar kurmak için çırpınıp duruyor!..
Bu kirli tehdidin giderek şiddetini artırdığı ve bunun emarelerinin sadece Türk basınında değil, yabancı medya organlarında da çarşaf çarşaf deşifre olduğu görülüyor ki, sadece tuzağa çekilen Orta Doğu ülkeleri değil, coğrafi açıdan çok stratejik bir bölgede olan Türkiye de giderek daha fazla tepkili hâle geliyor…
Evet; nükleer silah bulunduğu gerekçesiyle Irak’ın işgali ile başlamıştı Orta Doğu’nun kuşatılması projesi…
Adına BOP denilen tezgâhın ilk kurbanı Saddam Hüseyin olmuştu…
Dönemin Irak Devlet Başkanı göstermelik bir mahkemede idama mahkûm edildikten sonra Irak’taki tezgâhta figüran olan sözde bilim insanları ya da kendilerini emperyalizme satarak Irak ordusunu çökerten askerî ve siyasi yetkililer tarafından itiraf edilmişti…
Çünkü Irak’ta nükleer silah olmadığı ortaya çıkmıştı…
Ve ne yazık ki sadece bu yalan deşifre olmamış, ortaya çıkan büyük bir tehdit Orta Doğu’nun başına büyük bir bela olmuştu…
Heyhat!.. Ne kadar sinsi bir eylem, ne kadar derin bir organizasyondu ki; adları sanları bilinmeyen, nereden beslendikleri tespit edilemeyen, ancak aynı giysiler, aynı silahlar ve son model araç gereçlerle bir anda donatılarak ortaya salınan bir örgüt vardı ki, bir yandan paralı askerleri, diğer yandan da sözde şeriat istemiyle ortaya çıkan radikal dinci Selefileri temsil ediyordu…
Erdoğan, BM, tuzak!..
Ne şaşırtıcıdır ki; Saddam’ın katledilmesine isyan edenlerin başında gelen Libya lideri Muammer Kaddafi’nin sonu da aynı tezgâh, aynı silahlar ve aynı militanlar tarafından belirlenecekti…
2008’deki Arap Birliği toplantısında Saddam’ın ölümüne sessiz kalınmasına tepki gösteren ve bu konuşmayı dinlerken sırıtan Arap liderlerine, “Belki yarın sıra size, ya da bana gelecek” diyen Kaddafi, ne yazık ki haklı çıktı ve Selefilik kullanılarak paralı askerlere dönüştürülen sözde El Kaide militanları tarafından Libya çöllerinde yakalanarak linç edilmekten kurtulamamıştı…
Bir taraftan Rusya’dan, bir yandan da Çin ve komşu ülkelerden birinden destek alan; Orta Doğu’nun göbeğinde hem etnik, hem mezhepsel açıdan stratejik bir konumda olan Suriye ise hedeflerden biri olarak 2011’de kuşatmaya alınmış, iç savaş kışkırtıcılığının kurbanı olmuştu…
10 yılı aşkın süren iç savaşta, dış güçlerin desteğiyle Beşar Esad’ın devrilmesi önlense de, geride sadece bombalanmış, tüketilmiş Suriye kentlerinin enkazı kalmadı…
Çünkü Irak’ta beklenenin ötesinde büyüyünce, beş bine yakın deniz piyadesini de katleden El-Kaide’yi ortadan kaldırma çabaları sırasında benzer bir güç aynı yöntemle ortaya sürülmüş, adına da IŞİD denilmişti…
İşte Suriye’de bir yandan mezhepsel bir yandan da etnik kavga çıkartılarak, yüz binlerce insanın katledilmesinde kullanılan IŞİD, sadece Beşar Esad’ı devirmek için uğraşmadı, bu sırada asıl hedef olan Türkiye’nin kuşatılması için de sınırlarımıza sürüldü…
ABD’ye rest ve sonrası!..
Lafı uzatmaya gerek yok… Türkiye nihayet sertleşerek uyandı dedik ya, işte 1980’lerden bu yana Bekaa Vadisi’nden başlayarak, Suriye’den Irak’a uzanan, oradan da Türkiye’yi tehdit eden, üstelik en az PKK kadar büyük bir tehlikenin hedefi oldu Türkiye…
İşte Suriye sınırındaki mayınların kaldırılmasının nedeni de çok net anlaşılmış oldu…
Çünkü Suriye’nin bölünmesi tuzağında sığınmacı adı altında Türkiye’ye sürüklenen insan göçünün tek hedefi Şam ve çevresinin boşatılması değil, aynı zamanda Türkiye’nin de kuşatılmasıydı…
2003’te, İstanbul’daki 4 hedefe bombalı kamyonlarla saldırı düzenleyerek 60’tan fazla insanı katleden El Kaide, Türkiye’nin başına yeterince bela olmuşken, benzer kılıkta Suriye’den Anadolu’ya sızan IŞİD militanlarıyla da uğraşıyor memleket…
İşte bu uğraş sırasında ne yazık ki 500’den fazla masum insan yaşamını yitirdi, onlarca güvenlik görevlisi de IŞİD saldırılarında şehit oldu…
Türkiye’de 2018’den bu yana IŞİD’e karşı operasyonlar yoğunlaştırılarak sürüyor…
Ancak Irak, Suriye, Libya ve Türkiye’de eylemleri dursa da, IŞİD Suriye’de bir başka bahanenin aracı olarak Türkiye üzerinde bir tehdit olarak dolaştırılıyor…
ABD’nin Suriye’de PKK’yı ordulaştırmaya çalışmasının en büyük gerekçesi IŞİD terörüne karşı bir kalkan oluşturmak…
Türkiye bunun bir “paravan” olduğunu son yıllarda ısrarla dile getirirken, emperyal tuzak geri çekilmiyor…
Ve IŞİD’le mücadele adı altında PKK güçlendirilirken, sınırda devletleşme çabası da giderek ivme kazanıyor…
AKP lideri Erdoğan’ın önceki gün, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasında dikkat çektiği en önemli konu da, işte bu sinsi terörün perde gerisiydi..
Erdoğan, terörün paravan olarak kullanıldığını ilk kez bu kadar net biçimde açıklayarak şunları söyledi;
“DEAŞ (IŞİD) ile fiilen en büyük mücadeleyi vermiş, bu örgüte en büyük kayıpları yaşatmış bir ülke lideri olarak açık konuşmak istiyorum… Suriye ve Irak başta olmak üzere, Orta Doğu, Kuzey Afrika’da DEAŞ ve benzeri örnekleri paravan olarak kullananların riyakârlıklarından bıktık… Asıl tehdit, vekâlet savaşlarının aracı olarak beslenen, palazlandırılan terör örgütleridir. DEAŞ bahanesine sarılanların oyunları artık ifşa olmuştur. Bu bölgelerdeki tehdit sadece DEAŞ değildir. Sırf kendi siyasi, ekonomik çıkarları için terör örgütleriyle çalışmaya devam eden ülkelerin, terörden ve bağlantılı sorunlardan şikâyet etme hakkı yoktur.”
Evet; hiç kuşku yok ki Erdoğan, emperyal güçlerin Suriye’deki faaliyetleri üzerinden ABD’yi hedef aldı… Görelim bakalım, bu sert tepkinin yansımaları nasıl olacak?.. Yeni bir diplomatik savaş mı, yoksa yeni bir terör dalgası mı?..
Dikkatli izleyiciler farkındadır; çuvalla alınan her biri 300-400 bölümlük Meksika yapımı “pembe dizi”ler furyası Türkiye’deki sosyal yaşamı neredeyse kilitlemişti…
O dizilerde yansıtılan absürt yaşamlar 70’li ve 80’li yıllarda Türkiye’de milyonlarca insanın takip ettiği Dallas’taki “kim kime-dum duma” şeklindeki entrikalı hayat tarzının yarattığı erozyonu bile gölgede bırakmıştı…
Psikologlar, sosyologlar ya da aile ile ilgili kurumlar ne kadar farkındadır bilinmez ama; 90’lı yıllarda neredeyse tüm özel televizyon kanallarında her gün yayımlanan pembe dizilerin sosyal yaşamdaki dejenerasyonun yanı sıra, kadına yönelik şiddeti ve töre cinayetlerini körükleyen bir etkisi de vardı…
Avrupa, Amerika, Meksika ve çevresindeki farklı yaşamların Türk toplumu üzerindeki etkisi bir süre sonra dejenerasyona dönüşmüş, töre kurbanı kadınların çoğunun bu dizilerden etkilenerek feodal çemberin dışına çıktıkları için katledildiği de saptanmıştı…
Peki biz Joze Mariolu, Lorenzolu, Rozalindalı, Marialı, Fernandolu, Paplolu “Yalan Rüzgârı”nı; “Manuella”yı, “Köle Isaura”yı ya da “Cesur ve Güzel”i boşuna mı anımsattık?..
Her yer Kurtlar Vadisi!..
Evet; televizyon dünyası Türkiye’de, her sezonda bir başka furyaya teslim oluyor…
Yabancı pembe diziler artık geride kaldı…
İçerik açısından günümüzdekilerle yarışabilecek kadar dejenerasyona boyanmış diziler ise ortalıkta dolaşıyor;
İşte ekranlarda, ister yasak elmayı yiyin üzerine kızılcık şerbeti için, isterse de yasak aşk yaşarken yalılarda çapkınlık yapın!!!
Son on yıldaki dizi furyası ise derin devlet, yeraltı örgütlenmeleri, mafyalaşma, çeteleşme ve istihbarat savaşları üzerine yoğunlaşmış…
Bir yelekle-bir tokatla Vezneciler’le, yargı-medya- mafya üçgenine ayar çeken “Karadayı” Kurtlar Vadisi’ni çoktan unutturdu…
Eşkıya dünyaya hükümdar olmak isteyenler ise ezele rahmet okuttu!..
Nasıl pembe diziler üzerinden, televizyon-sosyal yaşam ikilemi arasındaki etkileşimin nelere yol açtığına vurgu yaptıysak; yeraltı dünyasında geçen vurdulu kırdılı, bombalı infazlı dizi sahnelerinin yarattığı algı da mafyalaşmayı özendirirken, racon kesme konusunda ürkütücü dersler verdi…
Beş sezon boyunca yüzlerce kişinin öldüğü kurtlar vadisinden, savcının, devletin, polisin ortada olmadığı eşkıyalı dünyalara kadar televizyon ekranına yansıtılanlar Türkiye’de çeteleşme ve mafyalaşmanın hızla yayılmasına acaba ne kadar katkı sundu?..
Bu konuya nereden geldiğimiz bellidir aslında…
Türkiye’de artık Gürcüsü, Yunanı, Bulgarı sadece sokak aralarında, kumarhanelerde ve restoranlardaki mafya çatışmalarında kurban gitmiyor…
Bir ucu siyasete, bir yüzü devletin içerisindeki uzantılara ulaşan çeteleşme ve mafyalaşma
ne kadar uluslararası hale gelmiş ki, infazlar artık başka ülkelerde de yapılıyor…
İşte son örnek; Türkiye’de aranan Barış Boyun adlı suç örgütü liderinin 6 adamı Yunanistan’da infaz edilmiş…
Bu arada Ankara’da Ayhan Bora Kaplan adlı mafya lideri ve çevresindeki örgütlenmenin siyasete ve bürokrasiye uzanması tartışılırken, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya hem Yunanistan’daki infaz, hem de Ankara’daki operasyondan yola çıkarak “nefeslerini keseceğiz, haklarından geleceğiz” demiş…
Güneydoğu’da “Keleş” diye tanımlanan o silah var ya, PKK’nın elinde bir terör tüfeğine dönüşmüştü…
Rus malı Kalaşnikof otomatik tüfek, kısa ya da uzun dipçiğiyle 40 yıla yakın süredir hem Güneydoğu’da, hem Irak ve Suriye’de halka ve devlete karşı ölüm kusuyor…
PKK artık bir zamanlar Türkiye içerisinde 20 bin kişilik militan kadrosuna ulaşan PKK değil…
İçişleri Bakanlığı, örgütün sınır içindeki militan sayısının 50’nin altına düştüğünü sıklıkla açıklıyor…
Ancak PKK, tıpkı militan kadrosu, ideolojisi, yayılma politikası ve beklentileri açısından da eski PKK olmadığı gibi, askerî kabiliyeti ve ekipmanları açısından da, örgüt eski örgüt değil…
Çünkü Kalaşnikof artık PKK’lıların da en sıradan silahı… Dünyada ne kadar silah tüccarı varsa örgüte ölüm kusan çok etkili makinalar satıyor…
22 Ekim 2022’de Millî Savunma Bakanlığı’nın depolarına giden PKK’ya ait 1043 silah da dikkat çekiciydi…
İşte operasyonlarda ele geçirilen aşağıdaki silahlar teröristlerin hangi donanımlara ulaştığını da kanıtlıyordu;
40 adet tanksavar füzesi, 36 adet havan, 106 adet RPG-7 roketatar,
50 adet Doçka uçaksavar
2 adet SA-18 hava savunma füzesi,
85 adet PKMS makineli tüfek, 73 adet Dragunov keskin nişancı tüfeği, 22 adet bombaatar, 31 adet Zagros keskin nişancı tüfeği, 519 adet AK-47 piyade tüfeği, 79 adet M-16 piyade tüfeği.
///////////////////////////
Tüp gaz, sızıntı, ordulaşma!..
++++++++++++
2022’deki birkaç operasyonda ele geçirilen yukarıdaki silah çeşitlerine bakıldığında, bir dönem Kalaşnikof’tan başka silahı olmayan PKK’nın sadece hangi donanımlara ulaştığı değil, hangi ülkeler tarafından desteklendiği ve nasıl bir parasal güce ulaştığı da ortaya çıkıyor…
Oysa PKK’nın Kalaşnikof’la terör estirdiği dönemlerde, sadece el bombası edinebilen örgüt, yollara yerleştirilen el yapımı patlayıcıları yabancı uzmanlardan aldığı destekle geliştirmeye çalışıyordu…
Bir süre sonra mutfak tüpleri ile bombalar yapmaya başlayan PKK, daha sonra da şiddeti büyükşehirlere de taşırken, düdüklü tencereleri ölüm kusan bombalara dönüştürdü…
İstanbul’da belediye otobüslerine bırakılan düdüklü tencereler çok sayıda yurttaşın ölümüne yol açmıştı…
PKK’nın bombalı saldırılarında, tüp gaz, düdüklü tencere ya da el yapımı diğer patlayıcılarla yüzlerce güvenlik görevlisi ile vatandaşın yaşamını yitirdiği de biliniyor.
Bir dönem Hakkari ve Mardin’deki bazı köylerde yapılan operasyonlarda mutfak tüpü ve düdüklü tencere depoları da ortaya çıkarılmıştı…
Kalaşnikof’tan M16 piyade tüfeğine, tüp gazdan düdüklü tencereye kadar kan kusan araç gereç ve silahlarla şiddetin boyutlarını yükseltmeye çalışan PKK, Türkiye içerisinde operasyonların yoğunlaşması ve sınır ötesi operasyonların Irak’ın kuzeyindeki Kandil Dağı’nı yaşanmaz hale getirmesiyle birlikte, Suriye’de kendince, askerî alanda çağ atlamaya çalışıyor…
ABD’nin sözde “IŞİD’e karşı mücadele ediyor” diye 100 bin civarındaki militanını ordulaştırmaya çalıştığı PKK, sadece askerî eğitim almıyor, aynı zamanda militanlarına helikopter ve tank kullanımı konusunda verilen eğitimlerle de güçlenmeyi hedefliyor…
Örgütün iki yıl önce İskenderun kent merkezinde öldürülen iki militanının Suriye’den denizi aşarak Amanos Dağları’na paratonerle inmesi, teröristlerin hava araçlarına yöneldiğinin çarpıcı bir kanıtıydı…
Peki, militanlarına su altından sızma dersi de verdiren örgüt, son dönemde hangi araçları kullanıyor?..
/////////////////////////////
Havadan PKK saldırısı…
++++++++++
ABD’nin IŞİD’e karşı ordulaştırmaya çalıştığını öne sürdüğü PKK/PYD/YPG unsurlarının eğitim, diploma töreni ve gösteri görüntüleri de dış basına sıklıkla haber oluyor…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sürekli dikkat çektiği gibi, ABD’nin yüzlerce TIR dolusu silah ve malzemeyi Suriye’ye sevk ettiği biliniyor…
Bu sevkiyatların içeriği, PKK’nın son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı giriştiği saldırılarda kullandığı araçların çeşitleriyle de dışa vuruyor…
Kuzey Irak’taki kamplarını kaybeden ve Suriye’de sıkışan örgüt, bir yandan (başta kadınlar olmak üzere) militanlarını yurt içine sevk ederken, istihbarat birimlerinin nokta operasyonlarında aldığı darbeleri de kapatmak için hava araçlarına yönelmeye başlamış…
Geçen aylarda, içinde PKK’lıların olduğu ABD malı bir helikopterin Duhok’ta düşmesi ve 7 militanın ölmesinin ardından, örgütün insansız hava araçlarına yöneldiği de ortaya çıktı…
Medyaya dün yansıyan bilgilere bakılırsa, Irak’ın Metina bölgesindeki PKK kamplarından Pençe-Kilit Operasyonu bölgesindeki mevzilere gönderilen bomba yüklü 9 model uçak uçaksavarlarla engellenmiş…
Bu arada peşmerge güçleri tarafından durdurulan PKK’lılara ait bir araçta (muhtemelen ABD yapımı) model uçaklarda kullanılan 23 “Jetcat” mini türbin motorunun ele geçirilmesi, PKK’nın hava araçlarıyla saldırıları yoğunlaştıracağının işareti sayılmış…
Evet; PKK’nın insansız hava aracı kullanımı ile ilgili de bölgedeki ABD üslerinden destek aldığı medyaya yansırken, örgütün ilk eyleme geçtiği 1984’te yapılan siyasi ve askerî açıklamalarla PKK’nın silah donanımı bakımından ulaştığı nokta arasındaki uçurum Türkiye’yi tehdit etmeye devam ediyor…
1984’te “bir avuç şaki” diye nitelendirilen PKK, kim derdi ki tank, uçak ve bombalı drone kullanabilecek potansiyele getirilebilsin?..
Tüm bunlara bakınca, Türkiye’nin tek düşmanı PKK mı sizce?..
Haftalardır zihnimizi kurcalayan ürkütücü sorular giderek derinleşiyor…
Bu sorular milliyetçi kesimin ısrarla vurguladığı, AKP’nin de son yıllarda sarıldığı “beka meselesi”ni de direkt ilgilendiriyor…
O halde, neredeyse ulusal güvenlik sorunu haline gelen bu insanlar kim?..
İran sınırında tozu dumana katarak, amansızca koşarak ve kendilerini bekleyen kamyonlara- minibüslere- otobüslere yığınlar halinde binerek Anadolu topraklarına (adeta istilacı askerler gibi) yayılan on binlerce insan neyin peşinde?..
Aralarında çocuk yok, kadın yok, yaşlı hiç yok bu kaçakların…
Çoğu 18-25 yaş arası, büyük bölümü atletik yapılı, sanki komando eğitiminden geçmişler…
Sırtlarında küçük çantalarla, başka bir eşyaya gereksinim duymadan koşuyorlar da, koşuyorlar ülkemize…
Ne var acaba o çantaların içinde, silah mı- uyuşturucu mu, para mı?..
O kadar insan Afganistan ile Van arasındaki, en az 2300 kilometrelik mesafeyi koşarak aşamayacağına göre, onları sınır boyuna hangi devlet ya da organizasyon taşıyor acaba?..
Ve asıl önemlisi; Türkiye sınırını ellerini kollarını sallayarak pervasızca geçerken hiçbir engelle karşılaşmamaları ne kadar tuhafsa, kamyonlara-otobüslere yüklenerek Anadolu’nun neredeyse bütün şehirlerinin girişlerine, hatta çarşılarına, sokaklarına bırakılmaları da, bir o kadar şaşırtıcı ve de ürkütücü…
Daha önce de dikkat çektik; Esad rejimine yönelik kuşatmanın ardından 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaşın ardından sınırı geçen milyonlarca Suriye’linin büyük bölümünün nerede olduğunu devlet biliyor…
Milyonlarcasının ikameti, işyeri belli, bir bölümü vatandaşlığa alınmış, bir bölümü kamu kuruluşlarında çalışıyor…
Ve yine milyonlarcası aramızda, gözümüzün önünde dolaşıp duruyor, kimileri sahillerde, bulvarlarda, meydanlarda, bazen ellerinde silahla- satırla- bıçaklarla güvenlik sorunu da yaratıyor…
Peki ya diğerleri?.. İşte aylardır sınırları koşarak geçen Afganlar neden geliyorlar, neyi amaçlıyorlar, nerede toplanıyorlar?..
////////////////////////////////////////////////////
Gerçekten Taliban’dan mı kaçıyorlar?..
——————————————
Resmi kaynaklara göre Türkiye’deki Afganların sayısı 2 yıl öncesine kadar 500 bin civarındaydı…
Urfa’nın Ceylanpınar ilçesine Özal iktidarı döneminde getirilen ve büyük bölümü asimile olan binlerce Afganı saymazsanız, Anadolu topraklarına kaçak girmeye devam eden Afganlara neden göz yumuluyor?..
Türk halkı Afgan kaçakların akınını sosyal medyaya yansıyan yüzlerce videodan izlemeye devam ediyor…
Asıl mesele de işte burada başlıyor… Türkiye sınırını koşarak geçen ve Anadolu’ya yayılan on binlerce Afgan nerede saklanıyor, neden ortalıkta görünmüyorlar?..
Türkiye’ye kaçak giren Afganların ABD’nin Kabil’de kurduğu 200 bin kişilik ordunun neferleri olduğu tahmin ediliyor…
Ve iddiaya göre; ABD 2021’de Afganistan’ı terk ederken, bu askerlerin öldürülmemesi ve Türkiye’ye gönderilmesi konusunda Taliban’la, (muhtemelen de Türk hükümeti ile anlaşma) imzalamış…
Ancak ABD, kendi kullandığı Afgan askerleri neden Amerika’ya, ya da bir Avrupa ülkesine değil de, kaçak sığınmacıların adeta istilası altındaki Türkiye’ye gönderiyor?..
Zaten bütün dünyanın, plastik gibi tehlikeli atıklarını bile ihraç ettiği Türkiye’nin, bir de sığınmacı bataklığına dönüştürülmesi mi kararlaştırıldı?..
Soru ulusal güvenlik içerdiği için, bir kez daha yineleyelim;
ABD’nin Kabil’deki ordusunu teşkil eden Afgan askerler Türkiye’de nerede barınıyorlar, ne yapıyorlar, “nasıl geçiniyorlar”, statüleri ne olacak?..
////////////////////////////////////////
Ürkütücü kuşkular büyüyor!..
———————————–
Emekli Emniyet Müdürü Fatih Eryılmaz da Afganların nerede toplandığı konusunda aynı kuşkuları dile getiriyor…
Eryılmaz, sosyal medya hesabından yaptığı bir paylaşımda,
sınırlarımızdan 4’lü sıralarla ve askeri nizamla giren Afganların ordu eğitimi alan genç erkeklerden oluştuğunu belirterek şunları yazmış;
“Ancak bizler sokaklarda Suriyeli görsek de, pek Afgan göremiyoruz. Tamamı askeri eğitim almış genç erkeklerden oluşan onbinler, hatta yüzbinler nerede?..
Daha Türkiye’ye girmeden kalacakları koğuş modeli evler hazırlanmış olmasın?.. Askeri hiyerarşi devam ediyor olabilir mi? Şimdi de kendi silahlarını yapabildiklerini görüyoruz!
Ya sen Türk milleti, sen ne haldesin?..”
Bu paylaşım üzerine dün Fatih Eryılmaz’ı aradım ve “Türkiye’ye kaçak giren Afganlar’ın herhangi bir alanda kullanılacağı konusunda endişeler yaşıyor musunuz” diye sordum…
Eryılmaz, “Bunlar ABD’nin yetiştirdiği ordunun askerleri… Büyük ihtimalle halen maaş alıyorlar. Üstelik Afganistan’daki komutanları da Türkiye’ye geliyor. ABD kendi yetiştirdiği elemanları başkası için kullanmaz” yanıtını verdi…
Gelelim sözün özüne; Dünyanın neresinde, Taliban’a karşı kurulan ABD askerleri, bir başka ülkeyi adeta istila edercesine, sınırları geçerek kentlere yayılıyor ve hepsi, ne hikmetse ortadan kayboluyor?..
Peki; biz yazarların ısrarla sorduğu bu soru acaba niçin hiçbir muhalefet liderinin aklına gelmiyor?..
Onlar da mı Taliban- Amerika- Türkiye arasında, ABD’nin Afganistan’daki ordusunun Türkiye’ye tahliyesi protokolüne imza attılar?..
“Paşalar ve karargahları sabah erkenden Kocatepe’ye gelmişlerdi… Yunan savunma sisteminin adım adım çöküşünü seyrediyorlardı…
Yalnız Çiğiltepe karşısındaki 57. tümen bir türlü ilerleyememişti… Kuşatma kolu ateş yememek için hayli açıktan dolaşınca etkisiz kalmıştı…
Mustafa Kemal Paşa bu tümenin komutanı albay Reşat Bey’i severdi, emrinde çok başarılı hizmetler görmüştü, teşvik etmek için telefon etti;
– Reşat Bey hala hedefinize ulaşamadınız, bir sorun mu var?..
– Yarım saat sonra ulaşacağız efendim, söz veriyorum…
– Peki, size güveniyorum…
Yarım saat geçeli hayli olmuştu, Çiğiltepe düşmemişti… Mustafa Kemal Paşa, Reşat Bey’le konuşmak istedi… Telefona emir subayı üsteğmen Bozkurt Kaplangı çıktı;
– Reşat Bey’i istemiştim…
Bozkurt zorlukla, ‘Reşat Bey az önce intihar etti efendim’ dedi, ‘size bir açıklama bırakmış okuyorum;
‘Yarım saat içinde size o mevzii almak verdiğim sözü yapamadığımdan dolayı yaşayamam…’
Üsteğmen, Başkomutan’ın teselli edici sözlerini ağlayarak dinledi…”
ZAFER’İN SİHRİ…
“Sekizinci Tümen’den bir alay saat 17:30’da Afyon’a girdi…
Halk yol boyunca, iki yana ayran kazanlarını, su küplerini, börek ve ekmek kadayıfı tepsilerini, dilim dilim kesilmiş karpuzları, kavunları dizmişti…
Alay komutanı iki bölüğü yangınları söndürmeye yolladı… Kalanlar durmadılar, biraz atıştırıp, yiyerek- içerek, alkışlar- dualar arasında yürüdüler…
Dördüncü Kolordu’nun öteki kolu hızla tepelerden aşağıya, Afyon’un batısına iniyordu… Görevi Yunan tümenlerinin Dumlupınar’a çekilmesini önlemek ve birlikleri imha etmekti…
Pek az uyumuş, durmadan dövüşmüşlerdi… Ayakları yara içindeydi, öğle yemeği yememişlerdi… Ama hiç savaşmamış gibi dinç ve neşeliydiler… Zaferin sihriydi bu…”
KAHREDEN YALAN!..
Teğmen Şevket Efendi’nin güncesinden;
“Uşak’tan geçiyoruz… Şehrin girişinde, Sakarya Savaşı’nda şehit olan yüzbaşı Basri Bey’in annesi oğlunu arıyordu… Bana da ‘Basri nerede’ diye sordu…
Sarardım, doğruyu söyleyemedim, ‘arkadaki alayda’ dedim…
Kadıncağız sevinç içinde geriye yürüdü… Hepimiz ağladık, bir anneyi böyle bir yalanla oyaladığım için kendimi hiç bağışlamadım…”
ATEŞ HATTINDAKİ KOMUTAN…
“Cepheye çağrılan Halide Hanım (Adıvar) ile Ruşen Eşref zorlukla Afyon’a yetişmişlerdi… İsmet Paşa, ‘tam gününde geldiniz’ diye karşıladı;
– Başkomutan yaşanan olayları sizlerin yazmanızı istiyordu…
Halide Hanım güldü; ‘bu arada bunları da mı düşünüyor?..’
– O, neden Mustafa Kemal?..
Ruşen Eşref, ‘Gazipaşa’yı görmemiz gerekmez mi’ diye sordu…
– Paşa cephede, 11. tümeni idare yerine gidiyormuş…
– Ateş hattı değil mi orası?..
– Evet, ateş hattı…”
ALLAH’IN LÜTFU…
“Büyük komutanlar Adala’daki 2. Ordu Karargahı’nda törenle karşılandılar… Yakup Şevki Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın önüne geçti, elini uzattı;
– Paşam sen haklı çıktın, ver elini öpeyim… Mustafa Kemal Paşa sarıldı;
– Estağfurullah, ben sizin elinizden öperim…
– Bu zafer senin azmin sayesinde kazanıldı…
– Hayır paşam, milletin gayreti, sizin emeklerinizle kazanıldı… Bu zafer hepimizin…
Yakup Şevki Paşa ‘sana son bir kez daha itiraz edeceğim’ dedi, ‘Hayır, benim gibilere kalsa daha yerimizde sayıyorduk… Sen bu millete Allah’ın bir lütfusun…”
ZAFER’İN ÖNCESİNDE TÜRKİYE…
Falih Rıfkı Atay 30 Ağustos Zaferi için şöyle yazacaktı;
“Neyimiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu batının pençesinden, vicdanımızı ve düşüncemizi doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere ‘bizim’ diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz…”
Falih Rıfkı “neyimiz varsa 30 Ağustos’a borçluyuz” diyor ya, işte 101 yıl önce hiçbir şeyimiz yoktu bu topraklarda…
Çünkü son 50 yılda ülkeyi yağmalayanların unuttuğu, “Zafer”in öncesindeki sosyo ekonomik manzara kahrediciydi;
“İlkel bir tarım, sıfıra yakın sanayi, madenlerin, limanların, demir yollarının yabancı şirketlerin yönetiminde olduğu, 153 ortaokul ve lise ile sadece bir üniversite varken halkın yalnızca yüzde 7’sinin okuryazar olduğu, kişi başına gelirin 4 lirayı geçmediği, bağnazlık kıskacında, 13 milyonluk bir dağınık ülke…”
ATATÜRK’E SAYGIYLA…
Merhum Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabından aldığımız anıları daha önce de yayınlamıştık…
İşte o anıları yalnızca, cumhuriyeti yıkarak “yeni”sini kuracağını iddia eden bölücü-gericilere “yeter artık” demek için anımsatmadım…
Aynı zamanda o anıları, “kinci cumhuriyetçiler”le kol kola giren, tarikat ve cemaatlere oy uğruna taviz vermeye kalkışan Truva kısrağı siyasi işbirlikçileri gaflet uykusundan uyandırmak için de anımsattım…
Ve bu anıları en çok da Atatürk’e “kafir” diyebilecek kadar zıvanadan çıkan alçakların, 30 Ağustos için bir Twitter paylaşımı bile yapmayan işbirlikçi siyasi liderlerin ve Gazi’yi ulusal bayramlarda camilerdeki hutbelerde anmayan bağnaz bürokratların suratlarına milyonlarca kuvacının bir tokatı olsun diye anımsattım…
Evet; 101 yıl önce Afyon’dan İzmir’in kurtuluşuna giden “Büyük Taarruz”un ne kadar soylu bir mücadele olduğunu bazı kansızların gözlerine sokmak için de sıraladım bu satırları!..
30 Ağustos’un üzerinden 101 yıl geçse bile, gericisiyle, bölücüsüyle, işbirlikçisiyle, sinsisiyle, Truvasıyla düşman halen içeride vesselam!..
Dumlupınar kahramanı Atatürk’ü, İnönü’yü, onurlu bir asker olarak intiharı seçen Albay Çiğiltepe’yi ve Kurtuluş Savaşı’nın bütün şehitleriyle, o dönemin anılarını milyonlara ulaştıran Turgut Özakman’ı bir kez daha saygıyla anıyorum…
30 Ağustos Zafer Bayramınız kutlu olsun…